Konya
Dârülmülk
KONYA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ
ADINA SAHİBİ
Uğur İbrahim Altay
YAYIN KURULU
Ahmet Emre Bilgili
Azmi Özcan
Beşir Ayvazoğlu
Coşkun Yılmaz
Erhan Afyoncu
Hilmi Şenalp
Mahmut Erol Kılıç
Mustafa Fayda
Mustafa S. Küçükaşcı
Özkul Eren
Şükrü Koyuncu
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Mustafa S. Küçükaşcı
Coşkun Yılmaz
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Ahmet Bilgiç
YAYIN KOORDİNATÖRÜ
Osman Demirtaş
EDİTÖR
Ekrem Aytar
Mehmet Bilal Yamak
SANAT YÖNETMENİ
Özkul Eren
GRAFİK TASARIM ve UYGULAMA
Yasin Ilıcalı
FOTOĞRAF
Konya Büyükşehir Belediyesi Arşivi
İzzet Keribar
Ekrem Aytar
2023-2
BASKI
Seçil Ofset
100. Yıl Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77
Bağcılar-İstanbul
www.secilofset.com • Sertifika No: 44903
İLETİŞİM
Konya Büyükşehir Belediyesi
Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı
Mevlana Kültür Merkezi Çimenlik Mahallesi
Aslanlı Kışla Caddesi No: 8 Karatay/KONYA
Tel: 444 55 42
web: www.konya.bel.tr
e-mail: darülmülk@konya.bel.tr
MERHABA...
Türk-İslâm düşüncesinin insan formunda tecessümü olarak
nitelenebilecek Hz. Mevlânâ, Dârülmülk Konya’nın ikinci
sayısının gündemini teşkil ediyor. Konya ve Hz. Mevlânâ,
biri olmadan diğerinin düşünülemeyeceği madde ve ruh
bütünlüğünün ifadesi. Bu tecelli her biri düşünce dünyamızın
ufuklarını zenginleştiren seçkin yazarlarımız tarafından çeşitli
yönleri ile kaleme alındı ve tarihe not düşüldü. Bu yazılar özel
hazırlanan illüstrasyon ve görsel malzemelerle de desteklendi.
Milletleri büyük yapan bir husus da kader anlarındaki
davranış kabiliyetleridir. Adeta kurucu mayanın her hal ve
şartta yaşatılması anlamına gelen bu kabiliyet tam da ihtiyaç
duyulduğu anda kendi içinden yetişen nefeslerin sıcaklığı ile
harekete geçer. 13. yüzyıl böyle bir kader anıdır. Türk-İslâm
geleneği tarihin kaydettiği en çetin imtihanlardan biri ile karşı
karşıyadır. Bir taraftan Moğol istilâsı diğer taraftan Haçlı
saldırıları ile maruz kalınan girdaptan kurtulma başta Hz.
Mevlânâ olmak üzere Yunus Emre, Hünkar Hacı Bektaş, Hacı
Bayram Veli, Şeyh Edebali, Ahi Evren ve daha niceleri gibi
.
gönül erlerinin yeşerttiği mayanın hayatiyeti ile yeni bir yolculuğu
başlatmıştır. Bu gönül erlerinin her biri yanmış yıkılmış bir coğrafyada
bütün ümitlerini kaybetmiş insanlara yeni bir hayat nefesi üflediler.
Her biri aynı hakîkatı kendi dilince seslendirdi.
Tarihin yetiştirdiği en güzîde şahsiyetlerden biri olan Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî de “Toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz”
diyerek Türk-İslâm medeniyet anlayışının temel harcının sevgi
olduğunu tebeyyün ettirmişti. İşte bu harcı korumak yarınların
teminatıdır. Ancak geleneği korumak onu müzelik malzeme keyfiyeti
ile değil yaşayan bir değer olarak yarınlara aktarmak ile anlamlı
hale gelir. Onun için de yine Hz. Mevlânâ’nın ifadesiyle “Yeni şeyler
söylemek” gereklidir. Her dem yenilenmek her an tazelenmek.
2023 senesi vuslatın 750. yılı münasebetiyle bütün dünyada “Mevlânâ
Yılı” olarak idrak edilecek. Onun için Konya’ya ve bize düşen büyük
sorumluluklar var. İlim ve irfan müktesebatımızın bütün dünyaya
yeniden takdimi için bu vesileyi bir imkân olarak değerlendirip tarihin
bu en muteber isimlerinden birinin rehberliği ile sevginin bütün hal
ve tecellilerini yeniden mahzun ruhlara üflemek lâzım. Dârülmülk
Konya bu sayısına bu saikle hazırlandı.
Kıymetli okuyucularımız; dergimizin bu sayısı baskı aşamasında iken
bir başka vuslat daha gerçekleşti ve çok kıymetli Prof. Dr. Mustafa
Sabri Küçükaşcı hocamız dar’ül-bekaya irtihal eyledi. O olmasaydı
bu dergi ete kemiğe bürünemezdi. Âdeta mesuliyetini ikmal ile bizlere
emanet bırakıp sonsuzluk yolculuğuna çıkar gibi gitti. Konya’nın
Türk-İslâm âlemine hediye ettiği yiğit bir kıymet olarak ardında nice
güzellikler bırakıp Rahmet-i rahmâna kavuştu. Dârülmülk Konya’da
bu güzelliklerden olduğu için vuslat sayımız onun aziz hatırasına ithaf
olunur. Makamı âli, menzili mübarek olsun.
Dergimizin yayınıyla ilgili kararlılığı ve yayın kurulunun
kararlarına desteğinden dolayı Konya Büyükşehir Belediye
Başkanımız Uğur İbrahim Altay’a, yazarlarımıza, tasarım ekibine,
katkıda bulunan bütün dostlara müteşekkiriz.
YAYIN KURULU
2
MUSTAFA SABRİ KÜÇÜKAŞCI
22 Aralık 1963 - 29 Temmuz 2023
Bir talebe heyecanı,
muhabbeti ve gayretiyle hazırladığı
“Vuslat” Özel Sayımızı
son bir hatıra gibi bırakarak aramızdan ayrılan
muhterem hocamızı sevgi, saygı ve
rahmetle yâdediyoruz.
Konya
Dârülmülk
İÇİNDEKİLER
06
MEVLÂNÂ VE YUNUS SELÇUKLU’DAN OSMANLI’YA MEVLEVÎLİK
BEŞİR AYVAZOĞLU
14
NİÇİN MEVLÂNÂ VE NİÇİN ŞİMDİ?
SEYYİD HÜSEYİN NASR
18
ÂLİM VE DEVLET ADAMI İLİŞKİSİNDEN İLİM VE SİYÂSET
İLİŞKİSİNE
TAHSİN GÖRGÜN
26
MEVLEVÎLİK VE HAT SAN’ATI
UĞUR DERMAN
42
MAHMUT EROL KILIÇ İLE İRFAN GELENEĞİMİZ VE HZ. MEVLÂNÂ
ETRAFINDA “İKİMİZİN KALBİ BİRDİR, SEN BENİMSİN; BEN SENİNİM”
MUSTAFA SABRİ KÜÇÜKAŞCI
62
HZ. MEVLÂNÂ VE İNSANLAR ARASINDAKİ FARKLAR
ŞULE GÜRBÜZ
78
VARLIK VE RUH ANLAYIŞI BİLİMSEL BİLGİ-HZ. MEVLÂNÂ
M. EMİN ÜNAL
84
İNCİRE LAYIK OLDUĞUNU DÜŞÜNEN KUŞÇAĞIZLAR DEĞİLSEK
AVUCUMUZDAKİ SÜT NEREDEN?: BİR “MEVLÂN FELSEFESİ”NE
NEDEN İHTİYAÇ DUYARIZ?
EMİNE CANLI
110
MEVLÂNÂ DERGÂHI VE KALEMİŞLERİ
ALİ FUAT BAYSAL
116
KONYA’DA MESNEVÎHANLIK GELENEĞİ VE MESNEVÎHANLAR
AHMET ÇELİK • HASAN YAŞAR
156
ALGI İLE HAKİKAT ARASINDA İNSAN
ABDULLAH KUŞLU
164
“PEYGAMBERİMİZİN YOLU AŞKTIR...”
SÂFİ ARPAGUŞ
4
174
İKİ KİTAP, TEK HAKÎKAT: MESNEVÎ-Yİ ŞERİF VE
MUHAMMEDİYYE
MEHMET BİLAL YAMAK
181
MOĞOL KUMANDANI BAYCU, MEVLÂNÂ VE KONYA
NADİR KARAKUŞ
188
MEVLÂNÂ’NIN HUZURU
YAVUZCAN GÖKÇER • MELİKHAN KİRAZOĞLU
222
İZMİR MEVLEVÎHÂNESİ VE NEYZEN TEVFİK
MEHMET DEMİRCİ
228
YAPAY ZEKÂNIN DİLİYLE MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN
HASAN AKAY
236
BİR TURİZM OBJESİ OLARAK ‘GÖRSEL MEVLEVÎLİK’
AHMET EMRE BİLGİLİ
252
BEYAZIT YAZMA ESER KÜTÜPHANESİ’NDE
MİNYATÜRLÜ MESNEVÎ-Î MANEVÎ NÜSHASI
BEKİR ŞAHİN
262
MESNEVÎ’DEN BİR HİKÂYE HZ. ÖMER VE İHTİYAR
ÇALGICI
AHMET ANGI
274
HZ. MEVLÂNÂ VE İRFÂN
ALİ TEMİZEL
284
MEVLÂNÂ’NIN ESERLERİNDE ÜRETİM VE ÇALIŞMA
ADEM ESEN
300
ŞEMS VE MEVLÂNÂ
ABDULKERİM SURUŞ • MELİKHAN KİRAZOĞLU
312
MEVLÂNÂ
MUSTAFA ASIM KÜÇÜKAŞCI
5
Mahmut Erol Kılıç ve Mustafa Sabri Küçükaşcı
42
MAHMUT EROL KILIÇ İLE İRFAN
GELENEĞİMİZ VE HZ. MEVLÂNÂ ETRAFINDA
“İKİMİZİN KALBİ BİRDİR,
SEN BENİMSİN; BEN SENİNİM”
MUSTAFA S. KÜÇÜKAŞCI
(Röportaj)
DARÜLMÜLK KONYA:
13. yüzyıl, hem İslâm düşüncesi
bakımından hem de özellikle
biz Türklerin irfan hayatı
bakımından fevkalâde önemli
bir dönemdir. Bu dönemde
Anadolu’ya çok önemli
şahsiyetler gelmiştir. Konya
özelinde, Mevlânâ Celâleddin-i
Rûmî başta olmak üzere,
Sadrettin Konevî, Şems-i
Tebrîzî, Evhadüddîn-i Kirmânî,
İbnü’l Arabî gibi önemli
şahsiyetler hatıra gelir. Bu
kimselerin, belki meşrepleri
ve mezhepleri de birbirinden
farklıdır. Bu âlim ve ariflerin,
hem Anadolu’ya yönelmelerini
hem de Anadolu’da, bilhassa
Konya’da, mevkii kazanmalarını
sağlayan sebepler nelerdir?
MAHMUD EROL KILIÇ:
Göç, hicret, yer değiştirme
konusunda farklı disiplinler
kendilerine göre farklı yorumlar
getirirler. Tarih boyunca
insanların göç etmelerinin
arkasında yatan sebeplerin en
başında hiç şüphesiz savaşlar
ve ekonomik sebepler gelir.
İklim değişiklikleri, kuraklık,
deprem v.b gibi doğal afetler de
diğer mühim etkenlerdendir.
Bunların yanısıra doğup
büyüdüğü yöreyi terk edip
başka diyarlara hicret etmenin
bazı mânevî, dinî, entelektüel
sebepleri de olabilir ki bu daha
çok ilim adamları, filozoflar,
din adamları arasında görülür.
Bu kimselerde inancını daha
özgürce yaşama temel sâiktir.
Ayrıca mânevî ilimler nokta-i
nazarından bakıldığında
yukarıdaki bütün bu sebeplerin
yanısıra bir özel sâik daha
vardır ki buna kaynaklarda
“sevk-i ilâhî” denir. Yani bir
mânevî işaret almanın, bir
mânevî yönlendirmenin etken
olduğu durumlar diyebiliriz.
Bu konu belki pozitif tarihçilik
43
mesleğinde ciddiye alınmaz
ama din ve mâneviyat tarihinde
bu vakalar az değildir. Buna
muhatap kimse “Kalk ve
falanca yere git!” minvalinde
aldığı manevi bir emirle hareket
eder. Meselâ, rivâyete göre
İbn Arabî Kâbe’de murakabe
esnasında iken böylesi bir
mânevî işaret almıştır. Daha
önceden zihninde Anadolu’ya
gelmek gibi bir niyeti var
mıydı bilmiyoruz. Malum
olduğu üzere kendisi aslen Benî
Tayy kabilesinde bir Arap’tır.
Anadolu ise bu kültürden farklı
bir coğrafya. Üstelik Malatya,
Konya oralara nisbetle soğuk
bir iklim. Yani niye gelsin ki?
diye sorabiliriz. Anavatanı olan
Endülüs’ten kalkarak şarka
doğru yaptığı seyahatlerde
Mısır, Kudüs, Medine, Mekke
gibi birçok yerden geçmişti.
Mekke’ye yerleşmiş iken
“Kum izheb ilâ bilâdi’r-rûm”
(Kalk ve Rum diyarına git!) diye
bir manevî emir alır. Bunun
üzerine kuzeye doğru yollara
düşer. Bağdat ve Musul tariki
üzerinden Anadolu’ya gelmesi
böylesi bir sevk-i ilâhî ile
olduğuna dair işaretler var.
Bundan yıllar sonra Mevlânâ ve
ailesinin de doğup büyüdükleri
Belh ve Vahş bölgesinden
terk-i diyâr etmelerinin
arkasında yatan bazı sebepler
sayılır. Zâhirî sebeplerden
ilki, bölgeye gelmekte olan
Moğol istilâsının yaklaşmakta
olan tehlikesini hisseden baba
Bahaddin Veled’in ailesini
daha güvenli bölgelere çekmek
üzere “Kalkın gidiyoruz!”
kararı olduğu rivâyet edilir. Bir
ikinci rivâyette ise, bölgenin
idarecisinin Fahreddin Râzî’nin
sözleri ile hareket edip
Bahaddin Veled gibi hem âlim
hem arif bir Kübrevî şeyhinin
bazı görüşlerinden dolayı
onu tenkit etmesi üzerine
tatsızlık çıkmaması için bölgeyi
terk ettiği görüşüdür. Tabi,
rivâyet edilen her sebep kendi
içerisinde doğru olabilir. Ancak
çıktıktan sonra doğrudan
Konya’ya gelmemeleri,
Nîşâbur üzerinden Bağdat’a
gelmeleri, Bağdat’tan
Mekke’ye gitmeleri gibi aynı
İbn Arabî’nin seyahatinde
gördüğümüz güzergâhı burada
da gördüğümüzü unutmayalım.
Haccı îfâ ettikten sonra ne
olduysa bu kafilenin de kuzeye
yöneldiklerini görüyoruz. Yine
aynı tarikle Urfa, Malatya,
Sivas, Kayseri ve Karaman
üzerinden Konya’ya gelirler.
Bu manada, Mevlânâ’nın
babasının, ailesini yanına
alarak memleketini terk
etmesinin arkasında yukarıda
saydığımız maddî sebepler
olabilir ama Anadolu’ya,
Konya’ya gelmesinin ardında
birinci sebebin maddî olmadığı
kanaatindeyim. Sırf ilim ve
irfan için müsait bir zeminin
Anadolu’da bulunduğunu
görmesi üzerine buraya hicret
ettiklerini düşünüyorum. Yani
ilim için hicret. Tıpkı ilk dönem
muhaddislerin yaptıkları erRıhle gibi.
Daha pek çok örnek var.
Evhadüddîn Kirmânî var
mesela, İran Kirman’ından
Elazığ – Konya hattına geliyor.
Buhara’dan Mekke’ye gelip
yine oradan kendisini Bursa’ya
40 kandilin getirdiği bir Emir
Sultan var meselâ.
Bu manevî yönlendirmelerin
maddî karşılıklarının
bulunduğunu da unutmamak
lazım. Yani hikmet ve irfan
ehilleri, mâneviyat erbabı,
genellikle hüsn-ü kabul
gördükleri yerlere doğru
meylederler. Zira, ele aldıkları
konuların yüksek metafizik
ve irfan içermesinden dolayı
ancak sembolik bir dille
44
anlatılabilmesi gerçeğinden
hareketle, düz mantığın
veyahut ham softalığın
hakim olduğu yerlerde sıkıntı
çekmekteydiler. Yunus Emre;
“Yunus bir söz söylemiş hiç bir söze
benzemez. Münafıklar elinden
örttü mânâ yüzünü” derken ve
yine “Ben bir acep ile vardım,
benim dilim kuş dilidir. Kimse
halim bilmez benim, benim ilim
dost ilidir” derken tam da
bu mânâyı kasdetmektedir.
Onun sözüne nazîre yapan
Aşık Paşa da; “Âşıkî ile Yûnus
il bilmez yola gitti. Münkir
olmasın diye saptırırım izimi”
derken anlayışı kıt insanlardan
nasıl kaçtıklarını anlatır.
Aynı çizgide Niyâzî-i Mısrî
de; “Mantık-ı tayrın lügat-ı
muğlakından söyleriz. Herkes
anlamaz bizi bizler muamma
olmuşuz“ derken herkesin bu
sözleri anlayamayacağını açıkça
belirtmektedir.
Meselâ, İbn Arabî’nin
Kahire’deki hayatında çok
büyük zorluklarla karşılaştığını
ve hatta kendisini zehirlemeye
dahi teşebbüs edildiğini
biliyoruz. Oradaki bazı
müftülerin onun kitaplarının
Nil nehrine atılarak tahrip
edilmesi gerektiği yönünde
fetvaları var. Hatta atarken
eğer üzerine su sıçrarsa orayı
da kesmelisin gibi trajikomik
fetvaları var. Böylesi derinliksiz
ve anlayışsız bir ortamda bir
Hz. Mevlânâ’nın
sandukası
arifin daha fazla bulunması
mümkün değildir. Orayı
yavaşça terk etmesi gayet
tabiidir. Kalanlar da artık;
“Göçtü kervan kaldık dağlar
başında” türküsünü çağırırlar.
Gerek İbn Arabî’nin gerekse
Mevlânâ’nın kendilerinin
yanısıra bunların aileleri
ve talebeleri düzeyinde de
Anadolu’da çok ciddi bir
muhalefet ile karşılaştıklarını
görmüyoruz. İbn Arabî’nin
talebesi Sadreddin Konevî’nin
faaliyetlerinde ve Mevlânâ’nın
babasının talebesi Burhaneddin
Muhakkik-i Tirmizî’nin
faaliyetlerinde ciddi bir
tepkiyle karşılaşmadıklarını
görmekteyiz. Halbuki o
dönemde buralarda da yaşayan
büyük kadılar, müftüler, din
âlimleri vardı. Kahire’deki din
adamlarının tepkisi şeklinde
bir tepki yok buralarda. Çünkü
bizde fıkıh ilmi müstakil ve
45
bağımsız değil. Hikmet ve
irfanın bir alt dalı. Henüz
sistem tepe taklak olmamış.
İlimler hiyerarşisi var.
Herkes yerini biliyor. Ârif/
Hakîm/Fakîh’in cem olmuş
hali var bizde. Tabii ki bu
anlayış günümüzde değişti.
Bizde de artık Mısır ulemâsı
tipi öne çıktı. Bu durum
Türkiye çağdaş Müslüman
düşüncesinin geleneğinden ne
kadar uzaklaştığını ve buna
bağlı olarak da ne kadar sığ ve
kökleri olmayan bir ideolojiye
dönüştüğünü ortaya koyması
açısından dikkat çekicidir.
Klasik dönem İslâm alimi
tipimiz, İbn Arabî, Mevlânâ
tipidir. Evet şaşırtıcı değil mi?
Bu alim tipinin Osmanlı’daki
karşılığında, Davud-ı Kayseri’yi,
Molla Fenâri’yi, Aziz Mahmud
Hüdâyi’yi görüyoruz. Yani,
zülcenâheyn denilen, hem
zâhirî hem de bâtınî ilim sahibi
olan alim tipini görmekteyiz
ki biz çağdaş Müslümanlar
olarak bu modelden çok
uzaklaştık. Mevlânâ ‘Molla
Hüdavendigâr’dır. Mevlânâ
şiir söyleyen, sema eden bir
zattır ama Hidâye isimli Fıkıh
kitabını da okutan biridir.
Bir molladır aynı zamanda,
sarf nahiv dersleri veren bir
din alimidir. Mevlânâ’yı bu
şeklin dışına çıkarmak isteyen
iki grup vardır. Birtakım
Müslüman “ehl-i zâhir” ile bazı
“oryantalistlerin” gayretleri
burada örtüşmektedir. Oysa
Mevlânâ din alimidir ve
modern zamana kadarki en
geçerli din alimi modelidir.
Mevlânâ, katı olmayan, olayı
sadece mantıksal hukuk
kurallarına indirgemeyen, işin
içinde aşkı-muhabbeti de olan
din alimi tipidir.
İbn Arabî ve Mevlânâ örneğini
verirken, geleneğimizde
ikisinin bir bütün olarak
alındığını da hatırlatmak
isterim. Aralarında büyük bir
farklılık görülmez. “Biz iki
anneden süt emdik” derlerken
İbn Arabî’yi ve Mevlânâ’yı
kasdederler. Bu sebepten bu
iki şahsiyet Osmanlı İslâm
düşüncesinin adeta iki kurucu
babası olarak görülürler. Şair
Nâbî şu beyitlerinde ne güzel
sentezliyor bu iki damarı:
“Tâlib-i Hakk’a olur râh-nümâ,
nüsha-i Mesnevî-i Mevlânâ.
Dîde-i rûha çeker kuhl-i husûs,
Nûr-ı esrâr-ı Fütûhât u Fusûs”.
Bunlara daha sonraki süreçte
yer yer Yunus Emre, Niyâzî’i
Mısrî v.b. gibi başka isimler
eklenmişse de bunlar bu ilk iki
ismin şarihleri mesabesinde
olmuşlardır.
Mamafih, birisi Arapça
diğeri Farsça yazmışsa da
aralarındaki mânâ müttehid
olarak görülmüş. Aynı manayı
farklı dillerde ifade ettikleri
için, aralarında bir farklılık
görülmemiştir. Üstelik onları
anlayan ve algılayan muhit
bu iki dili değil bir başka dili
yani Türkçeyi konuşan bir
muhit olduğunu da gözden
kaçırmayalım. Yani “Üzüm”
diyenlerle “Engür” diyenler ve
“İneb” diyenler bunun sadece
bir lisan farkı olduğunun ama
özün aynı olduğunun yani aynı
meyveyi yemekte olduklarının
bilincindeydiler. Sonraları bu
46
“Aynı dili konuşmaktan aynı gönlü
paylaşmak evladır” görüşünden,
bu yüksek idrak seviyesinden
yavaş yavaş uzaklaşılacaktır.
Yakın zamanda Kültür
Bakanlığı Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı, Rami
Kütüphanesi’nin açılışı
münasebetiyle 13 Ocak 2023
tarihinde “Sultan Fatih’in Şahsî
Kitaplığı” temasıyla bir yazma
eser sergisi açtı. Çok güzel bir
katalog kitabı da yayınlandı.1
Sergiyi ziyaret etme veyahut
kataloğa göz atma fırsatı
bulanlar görürler ki, “Sultan
Nüshası” denilen yani Sultan’ın
kendi şahsî kitaplığında yer
alan kitaplar içerisinde İbn
Sînâ ve Şehabettin Sühreverdi
gibi feylosofların yanısıra,
İbn Arabî’nin Füsûsu’lHikem’i ve Müeyyedüddin
el-Cendî tarafından yapılmış
şerhi, Sadreddin Konevî’nin
Miftâhu’l-Gayb’ı ve tercümesi,
Mevlânâ’nın Mesnevi’si
de yer almaktadır. Fatih
savaşa giderken bile deri cep
çantasında 5 adet küçük boy
kitabı da yanında götürürdü
ki bunlardan birisi de
Konevî’nin Miftâhu’l-Gayb’ı
idi. Kanûnî’nin, Yavuz’un, III.
Murad’ın İbn Arabî mirası için
1 Benzer bir sergi de Anadolu Ârifleri ve Âlimleri
adıyla 7-18 Aralık 2022 tarihleri arasında Konya’da
gerçekleştirildi. İki sergide yer alan eserler arasında
muhteşem benzerlik dikkat çekiciydi. Bu serginin de
kataloğu yayınlandı. Bu vesile ile başta Bekir Şahin
bey olmak üzere emeği geçen herkesi tebrik ederim.
“Bu gün New York’ta bir Mevlânâ var. Tahran’da bir Mevlânâ
var. İstanbul’da bir Mevlânâ var. Konya’da başka bir Mevlânâ var.
Arap dünyasında ise Mevlânâ maalesef hiç yok! Yani herkesin
bir Mevlânâ’sı var. Dolayısıyla, Mevlânâ’yı doğru anlamamız
gerekiyor.”
yaptıklarına ise girmiyorum,
hepsi ortadadır, tek tek belgeli
olarak konuşacak olursak,
bu röportaja sığmaz. Hasılı,
Sultan Fatih’in zihniyet
dünyasında, tasavvufî İslâm
düşüncesi çok merkezi bir
yerdedir. Maalesef günümüzde
farklı yorumların ortaya
çıkmasından dolayı, Tasavvufî
İslâm tabirini kullanıyorum.
Yoksa Osmanlı döneminde
konuşuyor olsaydık, “tasavvufî”
eki eklemeye gerek olmazdı.
Osmanlı’da İslâm, zaten
tasavvufî İslâm’dı. Osmanlı’da
başka türlü bir İslâm yoktu. Bu
sebeple, tasavvuf kelimesi çok
kullanılmazdı. Zira, buna gerek
yoktu. Günümüzde mecburen
çoğu kere “Tasavvufî İslâm”
diyoruz. Demek zorunda
kalıyoruz. Çünkü başka İslâm
nevileri öne çıkmıştır. Birini
diğerinden tefrik etmek için
bu vurguyu yapıyoruz. Sünnîlik
dediğimiz zaman bile kaç çeşit
Sünnîlik çıktı ortaya. Sık sık
‘Sünnî Omurga’ tabirine vurgu
yapan arkadaşlar bununla
ne kasdettiklerini açıkça
ortaya koymalılar. Osmanlı
bu tabiri de çok kullanmazdı.
İbn Arabî, Mevlânâ,
Yunus Emre hangi itikadı
taşıyorsalar onlar da o itikadı
izliyordular. Bu arkadaşların
Mâtürîdîcilik vurgusunu da
abartmalı buluyorum. Türkler
Mâturîdîdirler önermesi de
yanlış. Eş’arî Türkleri, Şâfiî
Türkleri nereye koyacağız.
Bunlar çağdaş bazı sloganlar,
çok bilimsel değiller bence.
İlmin önündeki perdeler diye
ayrı bir bahis açmamız lazım
ama yeri burası değil.
Tekrar Konya’ya geri dönecek
olursak bütün bunlar o dönem
Konya’sının yüksek ilmî
seviyesini göstermektedir.
O yüksek ilmî anlayış
seviye olduğu içindir ki bu
bilgeler akın akın buraya
yönlendirilmişlerdir. İlim
iltifata tabidir dedik ya,
aynı zamanda siyâsî erkânın
da onlara böyle bir zemin
oluşturmaktaki iltifatlarını
47
unutmamak lâzım. Meselâ
Sultan İzzettin Keykavus’un,
İbn Arabî’yi Konya’nın dışına
kadar çıkarak karşılaması
örneği muhteşemdir. Bir sultan,
bir âlimi karşılıyor. Çağdaş
protokolden farklı olarak
Sultan atından iniyor ve “Gerçek
sultan sizsiniz, siz ata binin, ben
zimâmından çekeceğim, öylece
Konya’ya gireceğiz” diyor. Tabii
ki vazifesini ve sahasını iyi bilen
İbn Arabî bunu reddediyor ve
Konya’ya yan yana yürüyerek
giriyorlar. Din ve siyâset
adamlarının ilişkisindeki bu
insicam ve mükemmellik,
doğal olarak bazı ariflerin/
ilim adamlarının Konya’ya
doğru teveccühte bulunmasını
sağlıyor. Bu, uzun yıllar devam
etmiştir, Konya’da, İstanbul’da,
Malatya’da, yani Anadolu’nun
her bir bölgesinde. Fatih
Sultan Mehmet’i İstanbul’u
fetheden bir siyâsî lider olarak
görüyoruz. Ama kırk dokuz
senelik kısa bir ömür yaşamış
bu Sultan’ın entelektüel
tarafı çalışılmamıştır veya az
“Ama artık benim için çok geç
bu saatten sonra bu konuyu
çalışamam” demişti.3 Son 30
yıldır Tasavvuf Tarihçileri’nin
devreye girmesi ile bu açık
biraz olsun kapatılmaya
çalışılmaktadır. Tabii ki
Tasavvuf Tarihçileri’nin
de analitik bakış açılarının
zayıf olması onları Tekke
Tarihçiliği’nin ötesine
geçirememiştir ki bu da bir
bahs-i diğerdir.
Yenikapı
Mevlevîhânesi’nden
çalışılmıştır2. Max Weber’in
zihniyet analizleri Osmanlı
tarihi çalışanlarca çok
uygulanmış değildir. Tarih
sadece dokümanter tarih, yani
belgeler tarihi değildir. Tarih,
her şeyden evvel düşünceler
tarihidir. Tin, yani ide, yani
Zihniyet Dünyası olmadan
vesikalar oluşamaz. Vesikalar
sonuçtur. Tarih eylemlerden
meydana gelir ama kişi o
eyleme geçmeden evvel onun
bir zihniyet dünyası vardır.
Bu dünyadan hareket ederek
eyleme geçer. Bizde Osmanlı
tarihçiliği daha çok iktisat
tarihçileri eliyle geliştirildiği
için para vakıflarına verilen
önem kadar arka plandaki
tasavvufî dünya görüşüne önem
verilmemiştir. Rahmetli Halil
İnalcık hoca bu eksikliği âhir
ömründe fark etmişti.
2 Bir nebze Samiha Ayverdi’nin Edebî ve Mânevî
Dünyası içinde Fatih isimli eseri ile İsmail Erünsal
hocanın Fatih’in Entelektüel Portresi çalışmalarına
bakılabilir.
Netice olarak su mecrasına
doğru aktığı gibi ilim de iltifat
gördüğü yere doğru akar.
Marifet, iltifata tabidir, iltifat
görmeyen meta zayidir. Baş
tacı edildikleri yere doğru
gelirler ve burada bir sıkıntı
olursa da yavaşça orayı terk
ederler. İbn Arabî örneğinde
bunu görüyoruz. Sultan, İbn
Arabî’nin talebesi idi, onun
tavsiyelerine kulak verirdi.
Fakat daha sonraları iktidar
sarhoşluğu gözleri bağladı.
Eyyûbîlerle lüzumsuz bir
çatışmaya girmek istedi. İbn
Arabî, Eyyûbî Emiri Melik
Zahir ile Sultan arasında,
mümkün olduğunca ihtilaflara
engel olmaya çalıştı. Diğer
taraftan, Keykavus’un annesi
Müslüman olmakla beraber
aslen Konya Hristiyanlarından
olduğu için dayıları üzerinden
3 Osmanlı’da İbn Arabî Tesiri konusunda
çalışmasını istediği bir öğrencisinin benimle
görüşmeye geldiğindeki nakline göre.
48
-dayıları Müslüman olmamıştırSultan’ı etkileyerek Konya
ve civarında ihtiyaç yokken
kiliseler inşa ettirmeye
başladılar. İbn Arabî buna
engel olmak istedi. Baktı ki
sözleri eskisi gibi dinlenmiyor
yavaş yavaş Şam’a geçti ve
âhir ömründe orada yaşamaya
başladı ve orada da vefat etti.
DARÜLMÜLK KONYA:
Hocam, burada iki husus
hatırımıza geldi. İlki, 1040
Dandanakan Savaşı’ndan sonra
Türklerin Batı’ya doğru hareket
etmeleri ve bir anlamda Hz.
Mevlânâ ile yollarının kesişmesi.
İkincisi, Osmanlı’nın kuruluş
yıllarındaki Tekke-Medrese
bütünleşmesinin önemi. Bunun
temeli de Anadolu’yu şenlendiren
ulemâ ve urefâ tarafından atılmış
gibi görünüyor.
MAHMUT EROL KILIÇ:
Bu tekke medrese ayrımı başta
çok keskin değildi. Makas
sonraki yıllarda açıldı. Yani
tekke, medrese idi medrese
de tekke idi. Medresede
de zikir yapılırdı. Meselâ
düşünebiliyor musunuz, İznik
Medreseleri Baş Müderrisi
Davud el-Kayserî medresede
Fusûsu’l-Hikem dersi yapıyor.
Şimdi siz Afganistan’daki
İslâm medreselerinde
Mesnevî dersi okutulduğunu
veya Afrika’daki şeriat
fakültelerinde Fusûsu’l-Hikem
okutulduğunu duydunuz mu
hiç? Ne kadar uzaklaşıldı o
gelenekten! Ama eskiden
vardı. Konya’da mukim Afganlı
bir arkadaşım 30 yıl evvele
kadar medresede Mevlânâ,
Hafız, Sa’dî okuduklarını
söyledi bana. Osmanlı
medreseleri de böyleydi. Bunun
yanısıra, Osmanlı’da felsefe
yoktur derler, bunu negatif
anlamda, yani olumsuzlayarak
söylerler: Osmanlı’da
felsefe gelişmemiştir doğru,
katılıyorum. Ama ben bunu
olumlu olarak görüyorum.
Çünkü Osmanlı’da felsefe
yapılan yerler, yani Varlık ve
Bilgi üzerine, yani ontoloji
ve epistemoloji üzerine
sohbetlerin yapıldığı yerler
tekkelerdir. Osmanlı’da
tabir caizse felsefe atölyeleri
tekkelerdir. Ben kimim, nerden
geldim, insan olarak ben neyim,
burada ne arıyorum ve nereye
doğru gidiyorum? Mebde ve
mead konuları gibi metafizik
konuların tartışıldığı yerler
kâmil bir şeyhin sohbetleriydi.
Ankaravî Rusûhî Dede’nin
Galata Mevlevîhânesi meselâ,
medrese değil, tekke. Ama
burada Hikmetü’l-İşrak
okutuluyor. Şehabeddin
es-Sühreverdî’nin felsefî
bir metnidir. İsmail Hakkı
Bursevî’nin metinlerine,
49
Kitabu’n-Neticesi’ne bak,
bir felsefe kitabıdır adeta.
Bahsettiğimiz Ankaravî’nin
metinlerine, Mesnevî Şerhi’ne
bak. Örnekleri çoğaltmamız
mümkün. En son, Ahmet
Avni Konuk, Birinci Dünya
Harbi esnasında, bir yandan
PTT’de müdürlük yapıyor ve
hem Fusûsu’l-Hikem’e hem de
Mesnevî’ye şerh yazıyor. Bu
seviyede bugün ne bir Diyanet
İşleri Başkanına ve ne de
bir ilahiyat hocasına sahibiz.
Dahası 1950’lerde Diyanet bu
eserleri basmayı bile reddediyor.
Nereden nereye düştük.
Tekke’den kopan Medrese
daha çok lisâniyata ve mantığa
hapsoldu. Dil öğretim merkezi
haline geldiler. Lisân kursu
oldular. Arap Filolojisi merkezi
oldular. Allah’ı arama ilminden
fersah fersah uzaklaştılar. Men
Aref dersleri yok artık oralarda.
Tefakkuh yani derinleşme
ilmi yerini Hukuk Fakültesi
müfredatına bıraktı. Oysaki
hukukun arkasında esaslı
bir dünya görüşü ve felsefe
var. Tarihte her hukukçu
önce bir filozoftur sonra
hukuka dair görüşleri vardır.
Bu ihmâl edildi ve dışlandı.
Eğer, yeniden İslâm’ın ihyası
olacaksa bu yaklaşım salt hukuk
mevzuatından çıkmaz. Hukuk
bir sonuçtur, sebep ve gaye
değildir. Sizin bir gayeniz yoksa
hukuk ne işe yarar. Daha ötesi
gayesiz hukuk bazen sorunun
bizatihi kendisi olur. Radikal
Tekfirci hareketler bu açıdan
hukuk kalkışlıdır. Hem de
ceza hukuku. Gençliğimizde
bize Abdülkadir Udeh’in İslâm
Ceza Hukuku kitabını tavsiye
ederlerdi. 17-18 yaşlarında bunu
okumayan yok gibiydi adeta.
Sanki Müslüman dünyanın ana
problemi, nasıl ceza vereceğiz
problemiydi. Oralardan çıktı bu
radikal tekfirciler. 85’li yıllarda
Mısır’da yaşarken oradaki
müslüman gençlerin elinde
fotokopi olarak çoğalttıkları bir
metin görmüştüm. Nedir diye
sorduğumda büyük Hanefi âlimi
İmam Muhammed’in el-Mebsut
isimli fıkıh kitabının Cihad
Babı olduğunu söylemişlerdi.
En mufassal “Cihad Fıkhı”
Hanefî mezhebindedir derlerdi.
Serahsî’nin Şerhü’s-Siyeri’lKebîr’i de bu manada diğer
bir mühim kaynak derlerdi.
Biz bunu adeta ezberliyoruz
demişlerdi. Zira onlara
kimse Büyük Cihad nedir
öğretmemişti. Kestiler, biçtiler,
doğradılar ama sonunda
kaybettiler. Metinleri de
mahvettiler kendilerini de
mahvettiler.
İnsanlığın hukuksal durumuna
yönelik teklifleriniz her zaman
değişkendir ve tartışmaya
açıktır. Zaman değişir,
ihtiyaçlar değişir, şartlar
değişir, ahkâm değişir. Bu
durumda sizin salt hukuk
üzerinden saadet ve mutluluk
öneriniz başka bir düzenleme
tarafından yanlışlanabilir,
eksik bulunabilir, hatta hükmü
geçersiz kılınabilir. Şimdi
eğer sizin dininiz sadece
hukukunuzdan ibaret ise o
zaman onun yetersizliğinde
sizin dininiz de rafa kalkar.
Meselâ instinca ve istibrâ
ahkâmına artık günümüzde
gerek var mı bilmiyorum.
Roma hukukunun Juntianus
kodifikasyonunda bir fıçı şaraba
mukabil ne takas edebilirsin
konusu gibi Hukuk Tarihi
konusudur artık bunlar. Ama
Afganistan’daki medreselerde
artık Mesnevî okutulmuyor
dedim ya onun yerine istinca ve
istibrâ ahkâmı hâlâ okutulduğu
için bizim TİKA’nın yaptığı
taharet musluklarını kırıyorlar.
Onun yerine kovalarla taş
koyuyorlar. Kanalizasyonun
tıkanması da cabası. Bugün
olan budur. Demek istediğim
şu ki hukukla özdeşleştirilmiş
İslâm dini, günümüzdeki bazı
gelişmeler karşısında, meselâ
insan hakları, kadın hakları,
ticaret hukuku, ceza hukuku,
idari hukuk, ideal yönetim şekli
v.b. gibi konularda eksik ve
yetersiz kalma durumu ile karşı
karşıyadır. Sorunu giderecek bir
çözüm önermekte sığ kalıyor.
Daha açık bir ifade ile yenilgiye
uğruyor. Şimdi yenilen İslâm
50
dini mi olmakta? Bu durum
karşısında bazı yeni kuşak
gençler dinlerinden soğumaya
başladılar. Deizm tartışmalarına
bir de bu gözle bakmakta fayda
olduğu kanaatindeyim.
Oysa Allah “Biz Nuh için Din’den
bir şeriat yaptık” (Şûrâ, 13) der.
Yani esas olan Din’dir, şeriat
değil. Din’in alt dalıdır Şeriat.
Bizim Yunus ne güzel özetlemiş
bunu: “Şeriat Tarikat Yoldur
Varana (Ama) Marifet Hakikat
Andan İçeru”. Yani şeriat da
tarikat de gaye değildir, araçtır.
Gaye onunla varacağın yerdir ki
o da Hakîkat’tir. Bir şeriat ki, bir
tarikat ki seni oraya taşımıyorsa
gayesinden sapmış demektir.
Hasılı ihyâ süreci ontoloji,
yani varlığa dair, kâinata dair,
insana dair görüşünüzle başlar.
İnsan nedir? Allah diyor ki
‘Ben onu yarattım, kendi ruhumu
üfledim’. Ne demek şimdi
bu? Ey kadı, ey müftü bana
açıklayınız! Allah, bana kendi
ruhunu üflemiş, o zaman
ben Allah’ın ruhunu taşıyor
muyum? Şayet taşıyorsam,
benim Allah ile irtibatım senin
bana söylediğinin çok ötesinde,
çok daha yakın bir irtibat. Ben
Allah’a uzak değilim veya Allah
bana o kadar uzak değil. Daha
sıcak bir ilişki var. Ama sen
bana mâni oldun: Şirke düşme
tehlikesinden dolayı araya o
kadar duvar ördün ki, benim
Rabbimle aramı açtın ey molla.
O zaman sen çık aradan, kalsın
Yaradan! Aradaki bu duvarları
kaldırmak gerekiyor.
Binaenaleyh, Türklerin, siyâsî
olarak Dandanakan’dan sonra
Batı’ya doğru yöneldikleri
doğrudur. Ama hep söylediğimiz
gibi arifler irfan tohumu
ekebilecekleri toprak ararlar.
Biliyorsunuz, her toprağa ekin
ekilmez. Çünkü bazı topraklar
ürün vermez. ‘Ektiğim zaman
buradan mahsul alırım’ dedikleri
her yere giderler, oranın
etnik yapısına çok bakmazlar.
Bu bölge, o dönemlerde
Konya’dır ve çok da güzel ürün
vermektedir. Tohumu alıyor ve
yeşertiyor: Selçuklular, ardından
Beylikler Dönemi ve son olarak
Devlet-i Aliyye-i Osmaniye
olarak zirvesini bulmuştur.
Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin
din felsefesi tasavvuftur. Bu
tartışılmaz bir gerçektir. Sapla
samanı birbirine katarak
kadim Tasavvuf geleneğini
toptan heretik bir harekete
indirgeyen ve önceleri ”İslâm
tarihinde büyük kırılmayı yaratmış
Tasavvuf ve Ekberî devrim
İslâm’ı ve Müslümanları pasifize
ederek eski yaratıcı dinamizmini
kaybettirmiş’ diyen bir hocamız,
nihayet son yazdığı makalede
biraz insafa gelerek Osmanlı bir
Ekberi devletidir gerçeğini itiraf
etmiştir.4 Aynı bölgenin çocuğu
olsalar da bu hoca gibiler Neşat
Ertaş dinlemezler. Dinlemiş
olsalar da onun; “Kalpten kalbe
bir yol vardır, Gözünen görünmez
sırdır, İkimizin kalbi birdir, Sen
benimsin ben seninim” türküsünü
dahi dinlemezler. ‘Bir şey ki
gözle görünmez inceleme
konusu olamaz ve Sen-ben
biriz demek panteizmdir’
deyip kestirip atarlar. Anadolu
irfanından bu kadar uzaktır bu
cumhuriyet sonrası ilahiyatçı
tipi. Tasavvuf karşıtlığı ile
maruf bir edebiyat tarihçisi ise
inceleme olarak Sultan Fatih’in
şiirlerini seçiyor. Bâriz tasavvufi
mazmunlar taşıyan bu şiirleri
profanlaştırmak için özel çaba
sarfediyor. Zorluyor kendini.
Yahu kardeşim git kendine
Behçet Necatigil’in şiirlerini seç
meselâ. Daha iyi anlarsın belki.
Bırakın sûfî şiiri şerhetmeyi.
Bilmediğin ilmin peşine düşme.
Her şeyden evvel şurası bir
gerçektir ki bir kere siz küllî
olarak birisinin fikirlerine karşı
iseniz onu karalamak için her
şeyi göze alırsınız. Adalet, insaf,
iz’an, ilim v.b gibi değerler rafa
kalkar. Yani, birileri Mevlânâ’yı
veya İbn Arabî’yi idam etmeye
karar vermişse, ona kılıflar bulur.
Dolayısıyla burada bir art niyet
vardır. Çağdaş Türk ilahiyatçılığı,
4 Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Devleti ve İbn
‘Arabîcilik, Osmanlı Araştırmaları / The Journal of
Ottoman Studies, LIX (2022), 1-29.
51
çağdaş Türk tarihçiliği,
istisnalar hariç pozitivist,
rasyonalist ve neo-selefik bir
formasyonun tesiri altındadır.
Bu bazı akademisyenlerde çok
bariz bir şekilde görülür. Yani
siz bütününe zındıklık olarak
baktığınız zaman, bunun iyisikötüsü, problemli-problemsiz
alanı çorba olur. Tasavvuf
doktrinini de bilmedikleri için
meselâ vahdet-i vücûd onlarda
panteizimdir. Osmanlının ana
akidesi olan Vahdet-i Vücûd’tan
bahsediyorum. Yani Varlığın özde
aynı cevherden gelip tezahürde
farklılaştığı fikri. Bize göre siz
bir kere Vahdet-i Vücûd’un
ne olduğunu bilmeden asla
Selçuklu - Osmanlı tarihçiliği
yapamazsınız! Bugün artık bazı
Batılı tarihçiler bile Osmanlı’daki
‘Birlikte Çokluk’ siyâsî-içtimâî
anlayışının arkasında bu fikrin
olduğunu itiraf ederlerken
bizdeki kasabalılar bunu
görmüyorlar.
DARÜLMÜLK KONYA:
Hocam, şu da hemen
hatırımıza geliyor. Moğol
tehlikesi söz konusu. Hz.
Mevlânâ gelip Konya’da
kaldığı zamanlarda Moğollarla
karşılaşıyor. Günümüzde,
insanların Hz. Mevlânâ’yı iyi
anlayamadıkları hususlardan bir
tanesi, hatta Hacı Bektâş-ı Veli
için de benzer bir durum söz
konusudur, Moğollarla ilişkiler
meselesi. Bu konuda insanların
kafası ciddî manada karışık.
MAHMUT EROL KILIÇ:
Üç beş kişinin kafası karıştı.
Bütün insanların kafası karışmış
gibi lütfen aktarmayınız.
Meselâ, bizim kafamız hiçbir
zaman karışmamıştır. Yukarıda
örneklemeye çalıştıklarım gibi
kafası karışıkların kafası hep
karışıktı zaten. Yani sırf bu
konuda değil tasavvufun her
konusunda kafaları karışıktı
bunların. Bu hocaların zihniyet
dünyaları üzerinde çalışmak
lazım. Yani hepsinin bir dünya
görüşü var ve oradan bakıyorlar
olaya. Şimdi bir insanın dünya
görüşünün olması, bir dinî
veyahut ilmî mezhebinin
olması gayet doğaldır. Ama
siz mezhepçilik yapıyorsunuz,
ötekileştiriyorsunuz, İslâm
dışına atıyorsunuz, tekfir
ediyorsunuz vs. Bunu
kabullenmek mümkün değil.
Benim de ilmî mezhebim
var. Hatamla sevabımla sûfî
perspektiften bakmaya çalışan
bir akademisyenim. Ama aynı
ilmî meşrepten ve mezhepten
olmasam da İbn Teymiyye’yi
tekfir etmiyorum. Büyük bir
âlim olduğunu kabul ediyorum.
Arkadaşlarım var o ekolden.
Ben ise İbn Arabî / Mevlânâ
ekolündenim meselâ. Ama sen
kalkıp kafirdi, lgbt’ydi falan
dersen o zaman işin rengi
değişir. Biz ise ilmî açıdan
katılmadığımız noktaları
söylüyoruz. Meselâ detaylı
analizlere girmeden çok
kolay tekfir ediyor olması bir
problem bizce. İbn Arabî’yi
yirmi üç konuda tekfir etmiştir.
Ben bu yirmi üç konuyu tek tek
incelemişimdir. Bu konularda
İbn Arabî öyle demiyor, o
zaman ey İbn Teymiyye,
biraz daha vicdanlı olsaydın
da o cümlelerin o manada
olmadığını görseydin diyorum.
Ama sert dilli, dümdüz, kırdı
yıktı geçti. Hayatına dair
yazılanlara baktığınızda zaten,
hiç evlenmediği, asabî olduğu,
gençliğinde onunla bununla
kavga eden bir tip olduğu
çıkıyor karşımıza. Her iftira
sahibine geri döneceğini de
hatırlatırım. Peygamberimizin;
‘Kalbinde hardal tanesi kadar
iman olan bir kimseyi tekfir edersen
o sana döner ve sen kafir olursun’
sözünü hiç mi duymadı bunlar?
Hasılı onlar küllî bir inkardan
hareket ediyorlar. Sağlıklı
düşünemezler. Tasavvuf
karşıtlığı taassubu öyle gözlerini
bağlamış ki var oluşunu
kabullenemiyorlar bile. Oysa
böyle bir ilmin var olduğunu
kabul etseler daha sonra bunun
problemlerini tartışmakta
onlarla yarışırım. Ben size
Tasavvufun yol açabileceği
52
problemler hakkında belki
bir saat konuşabilirim. Ama
ilimler mertebesindeki yerini
ve hakkını da teslim ederek.
Bunların durumu güneşin
altında fazla kalınca oluşan cilt
yanığının müsebbibi olarak
güneşi görenlere benziyor.
Böbrek mafyası için çalışan
bir doktordan dolayı Tıp
ilmine karşı çıkan, hastaneleri
kapatmaya çalışanlara benziyor.
Veyahut sahte peygamberden
(mütenebbi) dolayı diğer
peygamberleri (hak peygamber)
de suçlayanlara benziyor. Hal
böyleyken ana cadde ulemâsı
yani cumhur-ı ulemâ ise bunda
bir problem görmemiştir.
Çünkü izahı vardır.
Bu A
‘ klı Karışıklara Bir Kılavuz’
da biz yazalım bari. Delâtü’lhâirîn olur mu bu izahlar
bilmem ama ben yine de bir
şeyler söyleyeyim. Bu manada
Moğol ajanlığı konusu bir
hocamızın ortaya attığı bir çok
fantaziden birisidir. Bu iddia
olmasaydı, bu hocalarımız
başka iddialarda bulunurdu.
Bu Moğol olmaz, İngiliz olur,
Fransız olur vs. Aslında bilimsel
bir tavır değil, bir art niyet var.
Açıkça ‘Ben bu ekolü sevmiyorum,
ben bu ekolden hoşlanmıyorum’
deseler daha dürüst olacaklar.
Zaten bu iddiayı ortaya atan
hocamız yakınlarına, daha
asistanken Erzurum’daki bir
toplantıda zamanın Konya
Müzesi Müdürü’nün kendisini
herkesin içinde küçük düşüren
sözler sarf etmesi üzerine
Mevlevîliğe karşı müthiş bir
şekilde kinlendiğini ve bir
intikam duygusu ile hareket
ettiğini, yakın dostlarına
söylemiş. Allah selamet versin,
şifalar versin kendisine. İlimde
kin olmaz! Beğenmeyebilirsiniz,
sevmeyebilirsiniz. Benim
meşrebim Mevlânâ ile çok
örtüşmüyor, diyebilirsiniz.
Ben İbn Teymiyye ekolünden
hoşlanıyorum, diyebilirsiniz.
Gayet tabi. Ancak iftira,
hakaret, tekfir yapamazsın.
Bu arada bu Moğol ajanlığı
ve buna benzer birçok
iddiaları ortaya atan hocaya
yakın zamanda değerli bir
arkadaşımız, Prof. Dr. Hayri
Kaplan mufassal bir kitap
yazarak cevap verdiğini de
hatırlatmak isterim. O iddiaları
tek tek çürüttü. Detaylı merak
edenler o kitaba müracaat
etsinler.
Gelelim bizim yorumumuza.
Şimdi her şeyden evvel sûfîlerin
de yaklaşımlarında tıpkı
zahir uleması gibi farklı farklı
içtihadlarda bulunduklarını
peşinen bilmek gerek. Şöyle
ki, meselâ Necmettin-i Kübra
Moğol’a karşı doğrudan cihad
etme içtihadında bulunuyor ve
direniş gösteriyor. ‘Hayır’ diyor
ve çarpışa çarpışa, bir elinde
kılıç bir elinde Moğol perçemi
varken şehit oluyor. Mekânı
cennet olsun. Necmettin
Kübra, ki Mevlânâ’nın
babasının geldiği tasavvuf
silsilesidir. Fakat ne var ki
Moğollar eze eze geliyorlar.
Mevlânâ görüyor ki geliyorlar
ve gerçekten her yeri yakıp
yıkarak geliyorlar. Bir güç bu,
sen bu güce direndiğin zaman,
seni yok ediyor. Mevlânâ; -biraz
serbest tercüme yapıyorumdiyor ki; “Durun, bırakın gelsinler
ben bunlardan üç yüz Muhammed
sancağı çıkaracağım”. Yoksa;
‘Bunlar çok iyi zulmediyorlar
ne güzel, zulme devam etsinler
mi diyor Mevlânâ?’ Hayır.
Sadece, bir strateji izliyor.
Bu strateji bugün uluslararası
ilişkilerde devletlerin uyguladığı
yöntemlerdir. Bazı devletler
zalimdir. Ama o zalimle sen
muvakkaten, bazı maslahatlar
icabı ittifaklar yapabiliyorsun.
Bunlar olağan şeylerdir.
Bahçesaray’da Satranç oynamış
olsaydınız bu oyunun nasıl bir
oyun olduğunu anlardınız. Allah
bile; “Onlar bir oyun kuruyorlar
biz de bir oyun kuruyoruz, görelim
bakalım kimin oyunu daha
isabetli” diyor.
Mevlânâ’nın gerçekten izlediği
yöntem bir içtihattır. Ben
bunlara direnmeyeceğim,
bunların içinden bize hizmet
eden ajan çıkaracağım diyor
adeta. Zaten biliyorsunuz
53
ki Moğolların her komutanı
yeknesak değil. Çok zalim olan
olduğu gibi dine ve hususen
ehl-i beyte çok hürmetkâr
olanı da var. Meselâ Cengiz’in
üç oğlundan Ödgey, çok
merhametli bir insan. Yani
diğerlerinden farklı. Timur’a
geldiğin zaman, Timur’un Nakşî
büyükleriyle Orta Asya’daki
Anadolu Ârifleri ve
Âlimleri Yazma Eser
Sergisi’nden
irtibatını unutmamak lazım…
Nakşî büyükleri Timur’a karşı
çıkabilirlerdi. Aslında Mevlânâ,
Anadolu’da Moğol şiddetini
azaltma vazifesi görmüştür ve
Moğollardan birçok komutan
Mevlânâ’nın müridi olmuştur.
Bu bir içtihattır. Peki diğer
içtihada bakalım. Fetavâ-yı
Mardînîye’sinde İbn-i Teymiyye,
Moğol cihadını ilân eder.
“Moğollar kafirdir, savaşmak
lazım der” der. Ama kaybeder.
Şimdi İbn Teymiyye’nin
Moğollara karşı cihat içtihadı
mı yoksa Mevlana’nın içtihadı
mı netice vermiştir, olaya
bu gözle bakmamız lazım.
Kendince bu müsamahakâr
yaklaşımından dolayı hemen
onu bir ajan yapmak gibi şeyler
gayri ciddî iddialardır. Ben
dünyevî zaferleri esas alan
biri değilim ama dini gözle
baktığımız zaman da sonuçta
kim kazanmıştır? Onların
içerisinden üç yüz Muhammed
sancağı çıkaracağım diyen
Mevlânâ, pek çok kişinin ihtidâ
etmesine vesile olmuştur. Netice
olarak bazıları ben direneceğim
demişler bazısı da direnmenin
fayda sağlamayacağını
hissederek, farklı bir içtihadı
tercih etmişlerdir. Malum
olduğu üzere bir âlim
içtihadında isabet ederse iki
sevap kazanır ama kaybederse
de bir sevap kazanır. Meseleye
böyle bakmak lazım.
DARÜLMÜLK KONYA:
Peki aslında Hacı Bektâş-ı
Velî’nin de bu bağlamda
Mevlânâ benzeri bir yol
izlediğini söyleyebilir miyiz?
MAHMUT EROL KILIÇ:
Tıpkı mezheb imamları gibi sûfî
büyüklerin de farklı içtihadları
olabilmekte. Ancak genel olarak
çatışmaktan ziyade suhuletle
yaklaşmayı tercih ettikleri
doğru. Meselâ aynı mantığı
izleyecek olursak Emir Sultan
da, Molla Fenârî de Moğol
ajanıdır dememiz lazım. Hoca
bunları gözden kaçırmış. Yıldırım
Beyazıd Kütahya’ya kadar
gelen Moğollarla savaşmaya
hazırlanıyor. Hatta Molla Fenârî
gibi âlimleri esir alıyorlar. Emir
Sultan ben gider konuşurum
sen acele etme diyor. Gidiyor,
konuşuyor Molla Fenârî’yi de
diğerlerini de kurtarıyor. Bunu
nasıl yaptı? Mevlânâ nasıl yaptı
ise öyle yaptı hoca. Ajan olmaya
gerek yok. Şam’da Timur ile
görüşen İbn Haldun da Moğol
ajanı o zaman…
Âriflerin kapısı herkese açıktır.
Hacı Bektâş-ı Velî’nin de kapısı
öyleydi. Kimlik sorulmaz
dergâhtan girene, mezhebi,
ırkı sorulmaz. Gelene niçin
geldin, gidene niçin gidiyorsun
denilmez. Bunlar çağdaş
takıntılar. Bugün biz modern
kirlenmişlikle tarih yapıyoruz
54
aslında. Anakronizme
düşüyoruz. Ajanlık iftirası da
aynı türden. Hacı Bektâş-t
Velî’nin de yöneticilerle iyi
geçinmek gibi bir içtihadı
var. Sûfî siyaset felsefesinde,
yöneticilerle aşırı samimi
olma ama onların da kalplerini
kazanmaya bak denerek
çok adam kazanılmıştır.
Onları doğru işler yapmaya
teşvik et. Yanlış işlerinde de
onlara nasihat et, denir. Bu
manada çok fazla Nasihatnâme
yazılmıştır. ‘Sultan ve Derviş’
irtibatı uzun bir konu. Çok
güzel malzeme var bu konuda.
Bu tavır bazılarına yalakalık
gibi de gözükebilir. Yalakalıkla
bunun arasında çok ince bir
fark vardır ve bunu iyi tefrik
etmek lazımdır. Meselâ Sultan,
İbn Arabî’ye üç farklı kâşâne
hediye ediyor. İbn Arabî’nin,
o anahtarları geri teslim
etmesi, sultanlardan bir şey
beklemediğinin göstergesidir.
Eyyûbî komutanlarından birini,
Melik Zahir iftira sonucu
hapsediyor ve hapiste süreç
yavaş yavaş ilerliyor, kesin idam
edilecek. İbn Arabî mektup
yazıyor: “Bu çok değerli bir
komutandır, lütfen yapma hata
ediyorsun” deyince, komutanın
idamını durduruyor. Şimdi,
İbn Arabî’nin bundan ne
menfaati var? Hatta, sultana
öyle bir mektup yazmak
cesaret ister, ters teperse seni
de idam edebilir. Dolayısıyla,
âriflerin bu yönteminin bir
strateji olduğunu görüyorum.
Bu stratejiyi birileri
beğenmeyebilir, ben cihat
edeceğim, diyebilir. Bu, Yasir
ile Ammar bin Yasir’in içtihadı
gibidir. Ammar bin Yasir’in
babası Yasir biliyorsunuz
takiyye yolunu seçmedi,
ben putlara söveceğim dedi.
İşkence altında öldürülmeyi
göze alarak şehâdet yolunu
seçti ve şehit oldu. Ammar
sonrasında vicdan azabı duydu
ve Peygamber Efendimize
dedi ki: “Annem ve babam
böyle bir yolu seçti. Ama ben
böyle imanımı korudum.”
Peygamberimiz, “Hayır,
müsterih ol”, dedi, “Kalben
veya imanen böyle demedikten
sonra, senin seçtiğin yol imanı
korumak açısından caizdir”.
Ezcümle, tasavvufta bunun gibi
farklı yaklaşım modelleri vardır.
İdeolojik veya imanî olarak
bir şeyi benimsemekle bunu
karıştırmamak lazım.
Malik de aslında Abbasilerle iyi
ilişkiler kurmuş olan biri, fakat
hem İmam Malik’in hem Ebu
Hanife’nin yolu Muhammed enNefsüzzekiyye’nin Abbasilere
karşı kalkışmasında kesişiyor ve
her ikisi de onu destekliyorlar.
Daha sonra Ebu Hanife’nin
başına gelenler malum. İmam
Malik’e soruyorlar: “Abbasilerle
aran neden çok iyi?” Onun
cevabı şöyle: “Bana gelip
danıştıkları zaman onlara
danışacak ortam bırakmam
lazım”.
MAHMUT EROL KILIÇ:
İşte bakınız! Yani Hz. Hasan
Efendimizin içtihadıyla, Hz.
Hüseyin Efendimizin içtihadı
hep tartışılmıştır. Birinin
şehadet yolunu, diğerinin ise
daha farklı bir yolu tercih
etmesi. Biri birinden üstün
mü? İçtihat bu. Biri böyle
içtihat eder, biri öyle içtihat
eder. Bunlar pek ilmî şeyler
değil. İndî ve hissî ve intikam
duygusu ile hareket etmek...
DARÜLMÜLK KONYA:
Bahsettikleriniz Ebu Hanife ile
İmam Malik’i hatırımıza getirdi.
Ebu Hanefi, Emevilere karşı
ciddi bir muhalefetin içerisinde.
Aslında Abbasilerin gelmesini
umuyor, fakat umduğu
gerçekleşmiyor ve tamamen
muhalefet etmeyi seçiyor. İmam
DARÜLMÜLK KONYA:
Sûfîler şehir hayatı
çerçevesinde bir anlamda
insanlara cila çekmişler. O
bakımdan, Hz. Mevlânâ ve
İbn Arabî’nin Anadolu’nun
şehirlileşmesinde ne gibi
katkıları olmuştur?
55
MAHMUT EROL KILIÇ:
Şehir kelimesinin Arapça
karşılığı olan, medine,
medeniyet ve medenî
kelimelerinin zaten hem
etimolojik hem de fikri
açıdan bir irtibatı olduğunu
hepimiz çok iyi biliyoruz.
Yani bedevîleşmekten
medenîleşmeye doğru bir
geçiştir şehirleşme… Hamdım
yandım piştim felsefesini
söyleyen bir Mevlânâ gibi,
insan-ı kamil olmayı eğitim
felsefesinde ana eksene
oturtan bir İbn Arabî gibi
kişilerde, ham olan, kaba
olan, yontulmamış olan,
behimî hisleri ile hareket eden
nefs-i emmaresi hakim insan
tipinden, aşklı, dünyaya estetik
bakan, kendisi, komşuları
ve ailesiyle barışık bir insan
modeli inşa etmeye doğru
geçmek hedefleniyorsa, o tür
insanlardan oluşan topluluk
da medenî bir topluluk
haline geliyor demektir.
Kültürümüzde, “tekke terbiyesi
görmüş olmak” diye bir tabir
vardır. “İstanbul beyefendisi”
tabiriyle özdeş. Yani bir bakıma
İstanbul beyefendisi, tekke
terbiyesi görmüşlere denir. Bu
sizi inceltiyor, ince zevk sahibi
yapıyor, çünkü tekkede şiir
var, aşk-ı muhabbet var, ince
sanat eserlerinin üretimi var.
Özellikle Mevlevîhânelerde
mûsıkî de ona eşlik edince
olması, birilerinin de çıkıp
defolun kafirler ne işiniz
var sizin burada dememesi,
bunların hepsi Konya’nın
yüksek irfan seviyesine işaret
ediyor. Yani “şeref-ül mekân,
bi-şeref ’il-mekîn”, o mekânın
kalitesi oradaki, insanların
kalitesi ile doğru orantılıdır. Bu
manada bugün Osmanlı şehir
modeli nerede, günümüz şehir
modelleri nerede?
DARÜLMÜLK KONYA:
Hz. Mevlânâ aslında çağını
aşan birisi. Konya’da her sene
düzenlenen semâ törenleri
var. Bu törenlerin Avrupa’da,
Türkiye’ye kıyasla daha çok
ilgi gördüğünü ve Allah’ı
hatırlamak, bilmek konusunda
onların daha çabuk cevap
verdiğini görüyoruz. Bunun
Mevlânâ felsefesindeki yeri için
neler söylemek istersiniz?
MAHMUT EROL KILIÇ:
sizin oradan kaba bir insan
tipi çıkarmanız mümkün mü?
Bu tür insanların oluşturduğu
kümeler medenî şehirler
haline gelir. Meselâ Konya,
Mevlânâ’nın Konya’sı, İbn
Arabî’nin Konya’sı, bu manada
çok güzel örneklerle dolu:
İnsan-insan, insan-devlet,
insan-din adamı ilişkisi, hatta
gayrimüslimlerle ilişkiler…
Mevlânâ gibi bir din âliminin
cenazesine bir Ermeni ve
bir Rum’un da iştirak ediyor
56
Bu çok doğal bir süreç. Bir
Rumeli tabiri vardır: “Neka
ekmek o ka köfte” derler.
Senin ekmeğin ne kadar
ise içine o kadar köfte
koyarlar. Mevlânâ’nın yaşadığı
dönemde Konya insanının
kapasitesi neyse, Mevlânâ
o ekmeğin içini o kadar
köfteyle doldurmuştur. Ama
çok özür diliyorum, özellikle
son yüzyılın Müslümanları
şehirleşmek, medenîleşmekten
ziyade daha köylü-kasabalı
kaldıklarından, düşünce tarzı
itibariyle kasabalı din adamı
modeli sebebiyle, Mevlânâ gibi
üst perdeden konuşan adamını
anlamama gibi bir problemle
karşılaşmışlardır. Dolayısıyla
Mevlânâ’yı anlamak-anlamamak
aslında bir turnusol kâğıdıdır.
İbn Arabî’yi anlayan toplumlar
ve anlamayan toplumlar olarak
İslâm tarihini ikiye ayırıyorum.
Bir yerde İbn Arabî, bir yerde
Mevlânâ baş tacı edilmişse
orada İslâm Medeniyeti
yeşeriyor. Bir yerde bu iki kişi
dışlanmışsa orada el-Kaide
ve Işid benzeri yapılar ortaya
çıkıyor. Bugün Afganistan
modelinde arkadaşlarımızın
ders müfredatlarının hiçbirinde
Mevlânâ yer almaz, İbn
Arabî yer almaz. Afrika’da
petrol dolarlarla kurulan
şeriat fakültelerinin herhangi
birinin ders programında ne
Mevlânâ ne de İbn Arabî yer
alır. Peki ürün nedir, çıkan
netice nedir? O üniversite ve
medreselerden çıkan öğrenci
tipi, Şebab, El-Kaide, Işid gibi
hareketleri oluşturmuşlardır.
Çok doğaldır bu süreç.
Batılıların sosyoekonomik
seviyeleri, Ortaçağlarda bizden
geriydi. Ancak tersyüz oldu.
Onlar belirli üst seviyelere
geldiler. Bu manada, kendi dini
kaynaklarında da tam karşılığını
bulamadıklarını Mevlânâ’da
buluyorlar, Mevlânâ’nın
tercümelerinde buluyorlar.
Evrenselliği yakalamak çok
önemli bir noktadır. Öyle sözler
söyleyeceksiniz ki bir Arjantinli
de, bir Çinli de, bir Avustralyalı
da, yani bir Müslüman da ve
bir gayrimüslimde de karşılığını
bulacaksa size evrensel düşünür
denir. Meselâ Platon. Bütün
dünya Platon’u okur, Japon’u da
Çinlisi de okur.
Neden? Çünkü ele aldığı
konular evrenseldir. Ama
çok özür diliyorum, sizin
bir hukukçunuzun istinca ve
istibrâ ahkamına dair yaptığı
açıklamalar, taşlar şu ölçüde
olacak vs… Bunu hangi dile
tercüme ederseniz ediniz,
bu bir şeyi yakalayamaz.
Ben dünyada hiçbir muhtedî
tanımıyorum ki “İslâm’ı
inceledim İslâm’ın bu tuvalet
ahkamında istinca ve istibrâda
taş kullanılması ne kadar
mükemmel bir görüşmüş”,
deyip Müslüman olmuş olsun.
Ama “Mevlânâ/Rûmî diye biri
var, onun bir şiiri var ve onu
okudum, çarptı beni” veya
“İbn Arabî’nin şu kitabını
okudum, çarptı beni” diyen
insanlar var. Diriliş Ertuğrul
dizisinin ilk bölümlerinde, bir
senaryo icabı İbn Arabî isimli
bir karakter vardı biliyorsunuz.
Bu İbn Arabî, gerçek İbn Arabî
değil, kurgu malum. Bakınız,
57
suyunun suyunun tesiri bile
büyüktür. Dizinin yapımcısı,
Şile taraflarındaki film
platosunda beni gezdiriyordu.
Dedim ki kendisine, “Gazetede
okudum Finlandiyalı bir hanım
Youtube’dan alt yazılı olarak bu
diziyi izlemiş”. Dizideki İbn
Arabî figüründen etkilenmiş
ve onu araştırmaya başlamış,
hayatını okumuş. Bakmış bazı
kitapları var, İngilizce, Almanca
neyse. Kitapları sipariş etmiş
ve okumuş. Bir gece rüyasına
İbn Arabî giriyor ve Müslüman
oluyor. Kadının resmi vardı
haberde. Gazeteye verdiği
röportaj vardı. Sizin haberiniz
oldu mu, duydunuz mu diye
sordum arkadaşa. “Hocam”,
dedi, “Bu sizin duyduğunuz bir
tanesi, bize ulaşan şu an on iki
kişi var”, dedi. Bakınız birinde
tesir var, birinde tesir yok.
Hepsine saygı duyuyorum ama
ben bir kişi tanımıyorum ki
“Büyük İslâm âlimi diye bilinen
İbn Teymiyye’nin İngilizce’ye
tercüme edilmiş kitaplarını
aldım okudum, muhteşemdi,
çarpıldım ve Müslüman oldum”
demiş olsun.
Ama İspanyol, Portekizli,
İtalyan, Rus vs. yetmiş iki
milletten insan gördüm,
“Ben Mevlânâ’yı tanıdıktan
sonra Müslüman oldum”
diyen. “Müslüman olmadım
henüz ama Mevlânâ’yı çok
seviyorum”, diyenleri de var.
DARÜLMÜLK KONYA:
Hz. Mevlânâ’nın vuslatının 750.
yılı vesilesiyle bu sene Mevlânâ
Yılı ilân edildi. Hz. Mevlânâ
yılını değerlendirmek için ne
önerirdiniz Hocam?
MAHMUT EROL KILIÇ:
Hz. Mevlânâ’nın
sandukasının alınlığı
“Mum dibine ışık vermez”
diye bir söz var. Mevlânâ bir
zamanlar bizi aydınlatıyordu.
Şimdi bizim alış kanallarımız
kirlendiği ve tıkandığı için bizi
değil diğerlerini aydınlatıyorlar,
problem bizdedir, algımızdadır.
Bazısı diyor ki Mevlânâ hep
batılılara çalışıyor, bize niye
çalışmıyor? Mevlânâ için DoğuBatı, Kuzey-Güney fark etmez,
senin bir kulak doktoruna gidip
kulaklarını temizletmen lazım
‘Bişnev’ sesini duyabilesin.
58
Ben, Mahmut Erol Kılıç
olarak, Mevlânâ’nın Moğollara
yaklaşımı gibi bir yaklaşım
sahibiyimdir. Bu ihtifallerle
bir şey olmayacağını bilen
biriyim ama bunlar hiçbir
şey yapmamaktan evlâdır.
Mevlânâ kendi hayatında
bile iki veya üç kere semâ
etmiş birisidir. Mevlevîlik
sadece semâ töreni değildir,
Mevlevîliğin bir felsefesi, bir
düşüncesi vardır. Mesnevî
dersleri, Mesnevî şerhi vardır.
Mûsikî vardır. Birçok konusu
vardır Mevlevîliğin. Çile vardır,
çilenin felsefesi vardır. Matbah
eğitimi vardır, matbahtan
geçiş vardır. Mevlevîlik ve
Mevlânâ deyince anlatılacak
çok şey vardır. Mevlânâ’nın
düşünceleri üzerine uzun uzun
şerhler yapmak lazımdır. Bugün
kuantum fizikçileri, sicim
teorisyenleri, Mevlânâ’nın
“Evrende her nesne birbirine
görünmez bir sicimle bağlıdır”,
beytinin üzerinde çalışmalar
yaparak bu görüşe vardıklarını
söylüyorlar. Biz de Mevlânâ’nın
görüşlerinden yola çıkarak
bazı bilimsel gelişmeler
gerçekleştirmemiz lazım.
Ondan ziyade, biz Türkler
olarak sema törenlerini çok
öne çıkarmışız. Karşı değilim.
Ancak çeşitlendirmek iyi
olur derim. Meselâ İran’da
bir müddet yaşamıştım.
Orada duvar yazıları, grafiti
ile bile Mevlânâ’dan sözler
yazılır. İlkokul, anaokulu,
ortaokul ve lise düzeyindeki
ders kitaplarına Mevlânâ
eklenir, kompozisyon
yarışmaları yaptırılır, ondan
seçilmiş beyitler verilir
çocuklara, beyitler üzerine
yorum yapmaları istenebilir.
Mevlânâ felsefesini daha da
içselleştirmeliyiz ki toplumsal
barışı sağlayalım. Bugün
Mevlânâ Türkiye’de, üç beş
kişinin evinde bir biblodan
ibarettir. Mevlânâ’nın felsefesi
toplumumuza intikal etmiş
değildir: Hala kırıcıyız! Hala
birbirimizle kavga ediyoruz.
Gûya en hoşgörülü olması
gereken insanlar bile birbirinin
kuyusunu kazıyor. Ama
Mevlânâ’yı okusaydık, ne
diyordu; “Ma-bera-yı vasl kerden
amedim/Ne bera-yı fasl kerden
amedim”: Birleştirmeye geldik,
ayırmaya değil. Bu görüşleri
eğitim programımıza almamız
lazımdır. Yunus Emre’yi
İlahiyat eğitim formatına dahil
etmemiz lazımdır. Bugün, Hz.
Mevlânâ mezarından kalksa
gelse, Ankara’da Diyanet
İşleri Başkanlığı’ndan içeri
alınmaz! Bu, çok ama çok
önemli bir noktadır. Birçok
yerde söyledim, yazdım,
tekrarlıyorum. Her sene 17
Aralık geldiğinde Mevlânâ’yı
anlatan bir cuma hutbemiz bile
yoktur.
DARÜLMÜLK KONYA:
Konya’da bile okunmuyordur.
MAHMUT EROL KILIÇ:
Hiçbir yerde yoktur. Olmaz!
O zaman Mevlânâ’yı turistik
bir metaa olarak kullanmaya
devam ediyoruz demektir.
Tekrar söylüyorum, ben ona
da razıyım, hiç yoktan iyidir.
Suyunun suyu bile bir şeyler
getirir. Ama gönül isterdi ki en
idealini, en güzelini yapalım.
Mecelle kaidesidir: “Eğer
birşeyin tamamını elde edemiyorsan
onun parçasını reddetme”. Hz.
Mevlânâ, “Şems’ten bana
haber getirene şu kadar altın
vereceğim” diye haber salıyor.
Bunu duyan bazı suiistimalciler,
“Biz Şems’i gördük”, diyorlar.
“Nerede gördünüz?”,
“Meram’da gidiyordu”, al sana
bir altın. Sonra başka biri
geliyor, “Ben Şems’i gördüm”,
diyor, “Nerede gördün?”,
“Karaman’a doğru gidiyordu”.
Yalan söylüyorlar, Mevlânâ yine
de altın veriyor. Perişan bir
59
halde Mevlânâ, etrafındakiler
de üzülüyorlar. Diyorlar ki;
“Efendim yapmayın, kendinizi
bu kadar perişan etmeyin,
bunlar yalan söylüyorlar”.
O da diyor ki, gülerek;
“Benim bilmediğimi mi
zannediyorsunuz, o sevgilinin
yalan haberine altın veriyorum,
eğer gerçeği söyleselerdi canımı
verirdim”.
DARÜLMÜLK KONYA:
Hz. Mevlânâ’nın isminin
Celâl olduğunu söylemiştiniz.
Bununla ilgili de birkaç cümle
lütfederseniz, en azından tarihe
not düşmüş oluruz.
MAHMUT EROL KILIÇ:
Estağfirullah! Tasavvufta, cemal
ve celâl tecellisi diye iki tecelli
farkı vardır. Buna dair şu güzel
ve nükteli menkıbe anlatılır:
Derler ki, bir devirde, zamanın
kutbu dedikleri bir kumaş
satıcısı bulunmakta. Teyze,
köyde bunu işitir. “Ben kasabaya
indiğimde o zaman kutbu olan
zatı bir ziyaret edeyim”, der.
Gider kapısını çalar, bakar ki
bu mübarek bir zata benziyor.
“Ben onu test edeyim”, der
ve “Bana şu kumaşı indirir
misin”, der. Kumaşçı, “Olur
hanımefendi” der, indirir. Onu
beğenmez, bir diğerini indirtir.
Sonra “Onu da beğenmedim”
der diğerini indirtir. Bir saat
Hz. Mevlânâ
sandukasından
kitabe
boyunca dükkânda en üst
en zor yerlerdeki kumaşları
dahi indirtir, “Hiçbirini
beğenmedim, almıyorum”,
der. Dükkân sahibi der ki; “Siz
bilirsiniz hanımefendi, nasıl
arzu ederseniz”. Kadın der ki,
“Gerçekten bu zat zamanın
kutbu olmalı, o kadar eziyet
ettim kızmadı bile”. Geri döner
ve köyde herkese anlatır. Onu
dinleyen arkadaşlarından bazısı
da yaklaşık iki ay sonra aynı
dükkâna gider. Biri, “Ben de
onu deneyeyim”, der. “Bana
bu kumaşı indirir misin?” der,
indirir, “Beğenmedim ben
bunu”, der, “Şunu indir”. “Olur
hanımefendi” der ikinciyi
indirtir. “Bunu da beğenmedim
şu üçüncüyü indir”. “Son
hakkın hanım!”, der kumaşçı.
Üçüncüyü de indirir. “Bunu da
beğenmedim der” kadın. “Şunu
60
da indir”, deyince; “Hanım
hanım! O zat gitti, onun yerine
ben geldim, o cemal kutbu idi,
ben celâl kutbuyum. Hakkın
üçtür. Alıyorsan al, almıyorsan
çık dışarı!” der.
Bazen bir zatın kendi hayatında
da dönemleri vardır: Bazen
cemalli bazen ise celallidir.
Hz. Mevlânâ’nın sözlerinden
ve şiirlerinden birileri öyle bir
Mevlânâ tipi inşa ediyorlar ki
şaşırmamak elde değil. Gel
ne olursan ol yine gel, gel
ama öyle gel, geldiğin gibi
de kal şeklinde, böyle
laylaylom, new age tarzı,
papatya çocuklarının
Mevlânâ’sı var. Demek
istediğim şudur bugün
New York’ta bir
Mevlânâ var. Tahran’da
bir Mevlânâ var.
İstanbul’da bir Mevlânâ
var. Konya’da başka bir
Mevlânâ var. Arap dünyasında
ise Mevlânâ maalesef hiç yok!
Yani herkesin bir Mevlânâ’sı
var. Dolayısıyla, Mevlânâ’yı
doğru anlamamız gerekiyor.
Mevlânâ’nın öyle sözleri, öyle
beyitleri de vardır ki celallenir.
Orada buna hiddetlenme,
gadaplanma, kızma denmez.
Celallenme ile kızma farklıdır.
Birinin kaynağı psikolojiktir,
diğerinin kaynağı ise farklıdır.
Meselâ, Hz. Ali Efendimizin
savaşta kafiri yere çaldığında,
kılıcı kaldırıp tam kellesini
uçuracakken, kafirin onun
mübareğin yüzüne tükürmesi
neticesinde Hz. Ali’nin kılıcını
indirmesi ve adamın “Ne oldu,
niye beni öldürmedin” diye
sorması üzerine, Hz. Ali’nin
“Ben az evvel seni aslına rücu
ettirecektim, bunu Allah için
yapacaktım. Çünkü ben sana
düşman falan değilim. Sen
bizim dinimize Allah’ın dinine
karşı geldiğin ve engel olduğun
için bunu yapacaktım ama
sen benim yüzüme tükürdün
ve bana hakaret ettin, nefsim
köpürdü, devreye nefs girdi.
Daha evvel niyetim başkaydı.
O zaman o hiddetle kılıcımı
sana indirecek olursam, Allah
için değil nefsim için indirmiş
olacağım”. Yerdeki kafir “Bu
ne büyük bir anlayış, bu nasıl
bir kavrayış” deyip Müslüman
olur, rivayete göre. O açıdan
celallenme; hiddetlenme,
sinirlenme, gadaplanma
demek değildir. Mevlânâ’nın
adı Celâleddin’dir, Mevlânâ
ile uğraşanların başlarına pek
hayırlı şeyler gelmemiştir.
Evliyaullah’ın bazısı böyledir.
Meselâ Anadolu’muzda
“Yol Veren Dede” vardır
61
“Yol Vermez Dede” vardır.
Bir tanesinin üstünden yol
geçirebilirsin, sana izin
verir. Kabrinin üzerinden
yol geçireceğim dersin,
izin verir, “Buyur geç”,
der. Böyle pek çok ismi
meçhul kabirler üzerinden
yollar geçmiştir. Bazısı ise;
“Hayır olmaz, gidin başka
yer bulun, beni rahatsız
etmeyin”, der. Greyderi kırar,
devirir. Bazısının tecellisi
böyledir. Bunların hepsi
haktandır. Çünkü Hakk’ın
esması muhteliftir. Cemal
de, Celâl de Allah’tandır. Yani
Allah’ın cemali ve celali vardır.
Ama “ve rahmetî vesiat kulle
şey’in”, yani “Cemal’im celâlimi
geçmiştir”, diyor. Baskın olanı
Allah’ın cemalidir. Dolayısıyla
celâlin içindeki cemal ile,
cemalin içindeki celâl arasında
fark vardır. Tasavvuf cemaldeki
celâli daha çok sever.
DARÜLMÜLK KONYA:
Çok teşekkürler.
MAHMUT EROL KILIÇ:
Ben teşekkür ederim.